İş

Soru sorma sırası Demirtaş’ta: Ekonomistlerle röportaj yaptı

Edirne Cezaevi’ndeki eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, 1+1 Ekspres dergisine teklifte bulunarak, “Bugüne kadar gazeteciler hep benimle röportaj yaptı, bu sefer röportaj yapsaydım” dedi. Demirtaş’ın ekonomistlerle yaptığı röportajın ilk bölümü yayınlandı. İlk bölümde Bengi Akbulut, Ümit Akçay ve Ali Alper Alemdar, Demirtaş’ın sorularını yanıtladı.

Bengi Akbulut

Demirtaş’ın soruları ve yanıtları şöyle:

Her ekonomik krizde fakir daha fakir, zengin daha zengin oluyor. İçinde bulunduğumuz krizde ekonomik göstergelerdeki büyümeye rağmen mutfaklarda yangın çıkıyor. Bilgilerde gösterilen büyümeden emeğiyle geçinenler ne kadar pay alıyor? Mevcut krizi nasıl tanımlarsınız? Bu krizden çıkmak için muhalefete ne gibi somut önerilerde bulunursunuz?

Bengi Akbulut: Bu soruya bir sonraki soruyla cevap verin [Ekonomik krizin şüphesiz hem küresel, hem bölgesel hem de yerel sebepleri olduğu bilinmektedir. Bunları nasıl açıklıyorsunuz? Türkiye’de krizin bu kadar derinden yaşanmasında tek adam rejiminin sorumluluğu nedir?] Gelin beraber tartışalım. Ekonominin büyüdüğü gerçeği, bunun insanların yaşamlarını nasıl etkilediği hakkında pek bir şey söylemiyor, biliyorsunuz.

Ekonomik büyümenin getirilerinin tüm sosyal kümelere yansıyacağı varsayımı, özellikle ekonomik paylaşım/yeniden dağıtım sistemlerinin zayıfladığı veya yok edildiği neoliberal dönemde her zaman duvara çarptı ve çarpmaya devam ediyor.

Bunun ötesinde, büyümenin sadece getirileri açısından değil, dezavantajları, yani yarattığı sosyal ve ekolojik maliyetler açısından da son derece dengesiz olduğunu söylemek istiyorum. Bu maliyetler nakit göstergelere yansıtılmadığı veya geç ya da dolaylı olarak yansıtıldığı için çoğunlukla görünmezdir. Ancak büyümeden hisse alamamanın yanı sıra büyümenin maliyetine orantısız bir şekilde katlanmak değerli bir boyut.

Türkiye’nin 2000’li yılların başından itibaren izlediği büyüme politikası bu açıdan da çok eşitsizdi, hükümetin etkin bir şekilde örgütlediği ve hatta büyümenin motoru olarak kendisine dahil ettiği elektrik ve inşaat daireleri, kentli ve kırı sermaye birikimine entegre etti, Eski kullanıcılarının yerinden edilmelerine, yaşam alanlarından kovulmalarına ve sosyal ilgilerini kaybetmelerine dayanıyordu.

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin son yirmi yıllık büyüme rejiminin (ekonomik ve sosyal) bir tasfiye rejimi olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda (tek adam rejimi ile birlikte) hem merkezileşme (ve toplumsal muhalefetin kriminalize edilmesi) hem de yaşam alanlarına ilişkin mevzuatın boğulması bu sürecin hukuki altyapısını oluşturdu.

İtiraf edeyim, ben ekonomik krizin kapitalist iktisadın yapısal bir özelliği olduğunu düşünen bir iktisatçıyım. Krizden çıkmak, bu anlamda sadece doğru yönetişim veya piyasaların “doğru” işleyişi ile ilgili değildir. Söylenecek bu kadar çok şey varken altını çizmek istediğim bir şey var: Büyüme ve büyüme göstergeleri bize krizden çıkış yolu vermiyor. Aksine, büyüme göstergeleri kimin emeğinin (insan, doğa) sömürüldüğünü gizler. Krizden çıkmanın anahtarı başka bir ekonomi kurmaktır.

Ümit Akçay

Ümit Akçay: Toplumun geniş kesimlerinin yaşadığı mevcut krizi bir bölüşüm şoku olarak tanımlayabiliriz. 2021 yılı Eylül-Aralık ayı ortalarında yapılan faiz indirimlerinin ardından enflasyondaki hızlı yükseliş, geliri enflasyon kadar artmayan toplumun geniş kesimleri için büyük bir göreli yoksullaşmaya neden oldu. Aynı dönemde şirket kârlarında da büyük artışlar gözlendi. Yani simetrik olarak emeğin payının azaldığı, sermayenin payının arttığı bir ekonomik pastadan bahsediyoruz. Bölünmüş şok tam da budur. Bunun dışına çıkabilmek için toplumun geniş kesimlerinin alım gücünü artıracak ve emeğin toplam pastadaki payını artıracak gelir ve fiyat politikaları izlenmelidir. Ancak ne yazık ki genel politika çerçevesi olmadan değişebilecek bir şey değil.

Ali Alper Alemdar

Ali Alper Alemdar: Hükümet uzun süredir döviz kuru üzerindeki kontrolünü kaybetmişti. Politik faiz oranını düşürerek ve döviz kurunu çarpıcı bir şekilde yükselterek bu durumdan çıkış yolunu buldu. Küresel Güney ülkelerinin karşılaştığı emsal ve yapısal zorluklardan birine o kadar da yaygın olmayan bir yanıttı. Hükümet, faiz oranlarını yükseltmek ve iflasları ve ardından işsizliği artırmak yerine, bu dönemi yüksek enflasyon ve nispeten düşük işsizlikle atlatmayı düşündü.

Bu modele “rekabetçi döviz kuru” ve “Türkiye modeli” gibi isimler verilse de modelin temel amacı işgücünü olabildiğince ucuza getirmek, yerli firmaların ayakta kalmasını sağlamaktı (burada KOBİ ayrımı yapmalıyız). yabancı sermayeyi Türkiye’ye çekmektir. Emek ucuzlayıp büyük şirketler kar rekorları kırdıkça, Erdoğan rejiminin bu modeli orta sınıf arasındaki ekonomik uçurumu tarihte hiç olmadığı kadar genişletti. Bu nedenle içinde bulunduğumuz koşulları kriz olarak değerlendiremiyoruz. Aksine Erdoğan rejimini, kendi rejimini savunma kisvesi altında kapitalist sınıfla kurduğu ittifakın sonucu olarak değerlendirebiliriz. Reel fiyatlardaki erime, istihdamın güvencesiz ve riskli alanlara kayması, personel ölümlerindeki artış ve finans ve finans dışındaki büyük şirketlerin kârlarındaki rekor artışlar, Türkiye’de fiyat segmentinin krizini gösteren en yeterli göstergeler. ve sermaye sınıfının lale dönemi.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın analizi bu krizlerin en önemli nedeni olan neoliberal siyasete dönüş olmamalıdır. Diğer bir deyişle görece yüksek faiz oranları, mali disiplin, özelleştirmeler, istihdamda esneklik gibi önermeler ittifakın yüzleşmesi gereken konulardır. Aksine bugünkü krizin sınıfsal ve sömürgeci köklerine bakıldığında, kamu işçi sınıfı ve ezilenler için büyük yatırımlar yapmalıdır. Öncelikle üç günde çözülecek bir krizden bahsetmiyoruz. Zaman alsa da bu analizin acı reçetesi işçilere kesilmeyecek.

‘KAMU YATIRIMLARINA İHTİYAÇ VAR’

Somut önermelerimden ilki, fazla ilgiyle oynamamak olacaktır. Yaygın inanışın aksine, faiz oranlarını çok yükseğe çıkarmak enflasyonu kontrol altına almak için etkili bir araç değildir. Özellikle şirketlerin ve hanehalkının borç yükünü artırabilir ve iflaslara yol açabilir. Dolayısıyla enflasyon sorununa ilk müdahale para politikası değil maliye politikası olacaktır.

Döviz kuruna dayalı bu enflasyonun devam etmesinin en önemli nedenlerinden biri, tekelleşen piyasaların ve bu piyasalardaki şirketlerin üstün kâr elde etme stratejileridir. Sonuç olarak, fiyat kontrolleri (kira kontrolleri dahil), büyük kârlar üzerindeki vergiler (vergilerin amacı kamu fonları yaratmak değil, ekonomideki dağılımı düzenlemektir) ve en önemlisi çalışan kesimin satın alma gücünü artırmaktır. Böyle bir sistem için büyük kamu yatırımları gerekmektedir.

Sosyal güvenlik sistemi geliştirilmeli, işsizlik sigortası artırılmalı, sendikalaşmanın önü açılmalıdır. Bunların yanı sıra personel kooperatifleri de devlet desteği ile yaygınlaştırılmalıdır. Emek kooperatifleri, doğası gereği eşitsizliği azaltan ve fiyatları yükselten kurumlardır. Ancak toplumsal ve çevresel konulara kapitalist işletmelerden çok daha duyarlıdır. Emeğin, çevrenin ve eşitliğin gelişmesine değerli bir katkı sağlayabilir ve yoksulluğu önemli ölçüde ortadan kaldırabilir. Türkiye’nin Ortadoğu, Kafkaslar ve Kürt halklarıyla yapacağı barış, hiçbir faiz artışının yapamayacağı etkiyi yaparak yüksek kur sarmalından kurtulmada değerli bir rol oynayacaktır.

Ekonomik krizin hem küresel, hem bölgesel hem de yerel nedenleri olduğu bilinmektedir. Bunları nasıl açıklıyorsunuz? Türkiye’deki krizin derinleşmesinde tek adam rejiminin sorumluluğu nedir?

Ümit Akçay: Ekonomik kriz konusunu biraz daha açmak gerekiyor. Teknik olarak Türkiye’de ekonomik kriz yok. Buna karşılık, hızlı ekonomik büyüme devam ediyor, işsizlik pandemi döneminden bu yana artmıyor, hatta azalmıyor. Buna rağmen bir dağıtım şoku, yani emeğin toplam pastadaki payında azalma var. Bu gelişmeleri daha doğru değerlendirebilmek için Türkiye ekonomisinin orta vadeli gelişme patikasına bakmak gerekiyor. Bu açıdan baktığımızda karşımıza iki sermaye birikim modeli/rejimi çıkıyor: 2002-2013 modeli ve 2013 sonrası model.

İlk model, siyasi olarak kısmi demokratikleşme adımlarının atıldığı, ancak ekonomik olarak otoriter bir emek rejiminin kurumsallaştığı bir dönemde, IMF programı eşliğinde ve AB’ye giriş gündemiyle desteklenerek uygulandı. Bu dönemde dünya ekonomik konjonktürünün sağladığı imkanlar ve uygulanan yüksek faiz politikası nedeniyle yaşanan sermaye akımları TL’nin değerini korumaya yardımcı olmuş ve enflasyon kontrol altına alınmıştır.

“2013’ÜN DÖNÜM NOKTASI OLMASININ NEDENİ SEYAHAT OLAYLARI DEĞİL”

Kamu bütçesi, özelleştirmeler ve enflasyon hedeflemesi disiplinine dayalı bu modelin, normalde uygulayan hükümetin altını oması gerekirdi. Ancak AKP yönetimleri bu olası olumsuz yansımaları iki şekilde engelleyebildi. Bir yandan uygulamaya konulan yeni refah rejimi ile sosyal sigorta, sağlık ve yardım sisteminin kapsamı genişletilmiştir. Diğer bir deyişle, sistemin sosyal kapsayıcılığı artmıştır. Öte yandan, ucuz kredi imkanlarının açılması, reel fiyatları önemli ölçüde artmayan büyük kesimler için makul bir tüketim kalıbının korunmasını mümkün kıldı. Sonuç, daha borçlu ve yardıma muhtaç bir toplum oldu. Bunlar o dönemin siyasi temellerinin ekonomik temelleridir.

2013’ten sonraki ikinci model, birinci modelin krizinden sonra ortaya çıktı. Böylece birinci, ikinciyi doğurdu. 2013’ten önce, TL’nin pahalı olması nedeniyle ithalatta patlama yaşanmış, bu da yerli tarımsal ve endüstriyel üretimde değerli bir erozyona neden olmuştur. Ayrıca değerli TL, cari açığın hızla artmasına ve ekonomik büyümenin giderek sermaye girişlerine bağımlı hale gelmesine neden oldu.

2013 yılının bir dönüm noktası olmasının nedeni, iktidar sahiplerinin ısrarla öne sürdüğü gibi Gezi Parkı olayları değil, küresel ekonomik konjonktürdeki değişimdir. Diğer bir deyişle, 2013 öncesi modelin dayandığı sermaye akımlarının giderek daha istikrarsız hale gelmesi, yeni iktidar arayışlarının gelişmesine yol açmıştır.

2013 sonrası dönemi karakterize eden şey, kur-faiz baskısı ve hükümetin bunu ortadan kaldırmak için uyguladığı politikalardır. 2013 sonrası dönemi şekillendiren birikim rejimi krizine karşı iktidar çevrelerinin 2018’de başkanlık sistemine geçmesini bir cevap olarak görüyorum. Bu otoriter konsolidasyon girişiminin ekonomik tarafı, 2002-2013 modelinin aksine fiyat rekabetine dayalı bir büyüme stratejisi ile ihracata dayalı bir büyüme modeline doğru ilerlemektir. Bu bağlamda istihdamın korunması karşılığında fiyatların düşürüldüğü bir modeldir.

Ekonomik krizin Türkiye’nin hem ülkede hem de bölgede izlediği güvenlik-militarist politikalarıyla ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Barış yerine savaşı seçmenin ekonomiye ve topluma maliyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bengi Akbulut: Savaş ile militarizm ve kriz arasındaki bağlantı, kapitalizmin tarihinde her zaman çok yakın olmuştur. Savaş, sistemin doğasında var olan krizleri erteleme aracı olarak kullanılmış, örneğin askeri sanayilerin ve yatırımların canlanmasına hizmet etmiştir, çünkü savaş hali her zaman askeri sanayi ürünlerine talep yaratmaktadır. Ya da ucuz hammadde ve girdi akışını sağlamak ve kontrol etmek, maliyetleri düşük tutmak ya da kriz anlarında sermaye birikimini ve karlılığı sürdürmek için yeni sermaye yatırım alanları açmak için kullanıldı.

Türkiye bağlamında hem içeride hem de dışarıda sürekli savaş halini ekonomik saiklere indirgemek istemiyorum ama bu açıdan da bakılması gerektiğini düşünüyorum. Başka bir deyişle, savaş halinin hangi sermaye krizini çözdüğünü sormak her zaman gereklidir. Öte yandan, ekonomik maliyetlerin diline indirgemeye özen gösterdiğim savaşın maliyetini, gerek güvenlik politikalarına ayrılan bütçede, gerekse orduya, militarizme ayrılan bütçede, yani hepimizin katlandığı bir maliyet olarak görebiliriz. hem de bu arada yok edilen ekolojik sistemler ve habitatlarda olduğu gibi. Ne de olsa, kamu kaynaklarının yaşamı ve doğayı yeniden üretmek yerine yok etmeye yönlendirildiği bir ekonomik rejim savaştır.

Erdoğan rejiminin kriz karşısında uyguladığı politikaların dengeli bir bütünlüğe sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Bu politikaların nedenlerini ve saiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve sonuç olarak toplumun hangi kesimleri kazanıyor, hangi kesimler kaybediyor?

Ümit Akçay: 2013 sonrası dönem zikzaklar ve u dönüşlerle dolu. Örneğin, hükümet ekonomik büyümeyi canlı tutmak için faiz oranlarını düşürme girişiminde bulunmuştur. Öte yandan, her faiz indirimi bir kur atağıyla karşı karşıya kaldı ve bu döngü yeni bir faiz artışıyla sonuçlandı. Bu nedenle kur-faiz kıskacı, 2013 sonrası ekonomi politikalarını tanımlayan temel bir ikilem olarak öne çıkıyor. Bu nedenle faiz oranlarını düşük tutmaya çalışma ısrarını belirlemeliyiz.

‘PANDEMİ DÖNEMİ ARA VERDİ’

2013 sonrası dönemde, 2018 kur krizine kadar hükümetin 2013 öncesi modeli korumaya çalıştığı söylenebilir. 2019 seçimleri, iktidardakilerin TÜSİAD programından uzaklaşmasına neden oldu. Dolayısıyla 2018 sonrası hükümetin gündemi ekonomik büyümenin sermaye akımlarına olan bağımlılığını azaltmak oldu. Bunun için 2013 öncesi modelin tam tersi uygulamalar gerekiyor.

Son olarak pandemi döneminin bir başka kıymetli ara olduğunu görebiliriz. Özellikle pandemiden çıkış sürecinde fiyat rekabetine dayalı bir büyüme stratejisi kapsamında yeni faiz indirimlerinin yapıldığını görüyoruz. Bu politika, başta ihracatçılar olmak üzere TÜSİAD dışı sermaye kesimleri tarafından aktif olarak desteklenmektedir. Bu politikanın kazananı TÜSİAD dışı sermaye kesimleri olurken, en değerli kaybeden ise reel fiyatları ve satın alma gücü baskılanan geniş bir çalışan kesimi oldu.

Bu açıdan bakıldığında, iki farklı sermaye fraksiyonu tarafından desteklenen iki farklı büyüme stratejisi ile karşı karşıyayız. İkidar, küresel konjonktürün gerekleri ve ülkenin siyasi ihtiyaçları doğrultusunda 2013 yılı öncesi ve sonrası olmak üzere iki farklı departman ile işbirliği yapmıştır. Kısacası karşımızda duran iki AKP, iki farklı sermaye projesinin AKP’sidir. Daha da kötüsü, bu projelerin hiçbiri çalışanlar için olumlu sonuçlar üretmiyor.

Ali Alper Alemdar: Başta da belirttiğim gibi Türkiye’deki durumu tam olarak kriz olarak tanımlayamam. Daha ziyade, iktidarı elinde tutmak için sermaye ile ittifak halindeki bir hükümet tarafından uygulanan bir dizi çeşitli pragmatik politika olarak görüyorum. Bu nedenle, bazen tutarsız görünseler de, rejimin acil ihtiyaçlarına cevap verecek, anlık ve genel olarak dengeli politikalar olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

Verimliliği düşük Türkiye ekonomisinde, ekonomiyi ayakta tutmanın en mantıklı yolunun emeğin reel fiyatını düşürmek olduğunu düşünen bir rejimle karşı karşıyayız. Grevlerin milli güvenlik meselesi sayıp ertelendiği bir modele rağmen devletin sessiz kalması, ucuz işgücünün devlet tarafından doğrudan veya dolaylı olarak teşvik edilmesi, platform şirketlerinin özellikle esnaf kurye modeli kapsamında olmayan fiyatlar vermesi. garantili ve asgari fiyatın altında olması, rejimin yaptığı sınıf tercihlerini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bütün bir personel sınıfı (beyaz ve mavi yakalı ayrımı olmaksızın) ve yüksek enflasyon ve yoksullukla disipline edilmeye ve disipline edilmeye çalışılan bir ülke yaratılmak istenmektedir. Bu politikalar, rejimin ve Cumhur İttifakı’nın baskıcı ve militarist politikalarıyla tamamen dengelenmiştir.

Gençlerin işsizliğini ve üniversiteli işsizler ordusu olgusunu ve toplumsal etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? İlk elden ne tür analizler üretilebilir? Yeni teknolojiler, özellikle gençler arasında istihdamın artırılmasında belirleyici bir rol oynayabilir mi?

Bengi Akbulut: Bu soruya biraz farklı yaklaşacağım. İşgücü piyasalarına ve istihdam politikalarına dair somut analizlerden bahsetmek yerine, içinde yaşadığımız ekonomik sistemde işin nasıl tanımlandığı, dağıtıldığı ve ödüllendirildiği gibi temel süreçleri sorunsallaştırarak başlamak istiyorum. genel olarak işsizlik ve özel olarak genç işsizliği ne kadar değerli bir sorundur. Ancak işsizliğin bu kadar büyük bir sorun olmasının nedeni, insanların ihtiyaçlarını ancak ücretli çalışarak karşılayabildikleri bir ekonomik sistemde -yani kapitalizmde- yaşıyor olmamızdır. Ayrıca, iş – daha doğrusu belirli bir iş türü olan emeğin fiyatı – esas olarak piyasa sistemleri aracılığıyla dağıtılır (yani kimin iş bulacağı ve kimin işsiz kalacağı) ve karşılığında ne kadar ödeneceği yine esas olarak piyasa sistemleri aracılığıyla (ile asgari ücret gibi politika müdahaleleri elbette). törpüleyerek) belirlenir.

Sorunsallaştırmak istediğim tam da bu süreçle ilgili. Sorunsallaştırmak derken, bu temel kararların toplumsal bir düzende nasıl alınacağına dair diğer olasılıkları vurgulamayı kastediyorum – nihayetinde bu süreç değiştirilebilir. Örneğin, kozmik bir temel gelir, insanların ihtiyaçlarını yalnızca ücretli bir işe sahip olmaya endekslemesine karşı bir müdahaledir; yani, fiyatı karşılayan bir işe sahip olmak arasındaki sıkı bağı nispeten gevşeten bir müdahaledir. ihtiyaçlar.

Aslında, böyle bir temelin olduğu yerde, işçilerin kötü kurallar altında düşük ücretlerle çalışma zorunluluğuna direnmeleri mümkündür. Öte yandan, dünyada çok tartışılan iş paylaşımı, işin piyasadan farklı bir şekilde nasıl dağıtılacağına karar verilmesi ve sosyal sistemlerle çalışma saatleri ve iş olanaklarının daha adil bir şekilde belirlenmesi anlamına gelmektedir.

İşsizliğin analizi olabilecek temel gelir takviyesi ve iş paylaşımını içeren politikaların yanı sıra “çalışma”nın ne olduğu ve ücret karşılığında çalışmanın merkeziyetini daha derine inmek gerektiğini düşünüyorum. Toplumların kendilerini yeniden üretmelerini sağlayan pek çok çalışma türü vardır, ancak bu genellikle bir bedel karşılığında değildir ve feminist iktisatçılar bu toplumsal yeniden üretim emeğinin ne kadar değerli ve görünmez olduğunu uzun süredir tartışmaktadırlar – bakım, ev içi emek, geçimlik emek vb. Yalnızca fiyat emeğine odaklanan bir ekonomi politikası, toplumsal ve üretken emeğin görünmezliğini artıracaktır.

‘DEVLET İŞ İMKANLARI YARATMALI’

Ali Alper Alemdar: AKP iktidarının genç işsizliğini kapatmak için uyguladığı politikalardan biri de üniversite sayısını, kalitesizliğini ve özel üniversitelere yönelik teşvikleri artırmaktır. Bu nedenle bu kadar çok üniversite mezununu asla istihdam edemeyecek bir ekonomik model kurmuş, üniversiteden mezun olduktan sonra milyonlarca genci kurye, ağır personel gibi alanlarda çalışmaya zorlamıştır.

İlk elden çözüm, devletin doğrudan gençlere ve çalışmak isteyen herkese iş imkanları yaratmasıdır. Devletin yarattığı istihdam, kârdan çok toplumsal refahı hedefleyen, iklim ve ekoloji krizine cevap veren alanlarda olmalıdır. Hatırlanması gereken nokta, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi para biriminde herhangi bir mali kısıtlaması olmadığıdır. Kısıtlamalar, doğal kaynaklar ve teknoloji tarafından yaratılan politik ve gerçek kaynak kısıtlamalarıdır. Aynı şekilde günümüz rejimi de emeğe karşı uyguladığı politikalarda ve sermayeye karşı cömertliğinde bunu göstermektedir.

Ana kısıtlama, sınıf tercihleri ​​ve kamu harcamalarının tasarımıdır. Verimsiz hale gelen ve sermaye için servet biriktiren kamu harcamaları kesinlikle enflasyonist olacaktır. Ekonomideki politik tercihler, teknolojik tercihlere ve bunların demokratik işletmelerde uygulanıp uygulanamayacağına da bağlıdır. Bu nedenle, günümüz teknolojilerinin (ortak sahipli ve açık kaynaklı yazılım ve kod) mülkiyeti ve işletmelerin personel kooperatifleri şeklinde demokratikleşmesi ikinci bir analiz alanı olacaktır. Küçük ve orta ölçekli, bir veya iki patronlu, verimsiz şirketlerin mülkiyetini çalışanlara devredip, bu KOBİ’leri ortak teknoloji sahipliği ile birleştirdiğimizde, hem verimliliği hem de istihdamı, geliri ve sosyal adaleti artırıyoruz.

Krizin yükünü halkın omuzlarından almak için nasıl bir politika izlenmelidir? Krizin yarattığı adaletsizliklere karşı gelir adaletini nasıl sağlayabiliriz? Emek lehine enflasyonla, gelir dağılımı adaletini düzelten bir bakış açısıyla bir çaba programı mümkün değil mi? Son yıllarda çok tartışılan “temel vatandaşlık geliri” konusuna nasıl bakıyorsunuz?

Bengi Akbulut: Emek lehine enflasyonist bir çaba programı tabii ki mümkün ama buna yönelik bir siyasi irade olup olmayacağı merak konusu. Gelir adaletini sağlamanın birinci basamak gerekliliklerinden biri, vergi sisteminin daha hakkaniyetli bir şekilde düzenlenmesi ve tüketim vergileri yani doğrudan gelir vergisi yani daha fazla vergilendirme gibi gerileyen vergilendirmeye dayalı bir sisteme geçilmesidir. gelir düzeyi ne olursa olsun herkese aynı vergiyi ödemek yerine daha çok kazananlar. Bu o kadar da düşünülmemiş, radikal bir önerme değil, aşikar. Türkiye’de örtüşen vergilerin tüketim vergileri olması tesadüf değil.

Öte yandan sorun, kamu kaynaklarını kimlerin kendi çıkarları için kullandığıyla da ilgili. Örneğin, sübvansiyonlar, vergiler ve sermayeye yönelik diğer takviyeler yerine kamu kaynaklarının temel ihtiyaçların mali yükünü hafifletmek için kullanılması. Çünkü doğrudan gelir desteği olmasa bile parasız eğitim ve sağlık hizmetleri gibi temel ihtiyaçların metalaştırılmaması, toplu ulaşımın ücretsiz olması, gıda fiyatlarının alım gücü içinde tutulması gibi müdahaleler nakitte önemli bir azalma sağlayacaktır. düşük-orta gelirli nüfusun harcamaları.

Temel vatandaşlık geliri bence dikkate alınması gereken bir politika (gerçi vatandaşlığı önüne koyduğumuzda göçmenleri siliyoruz). Sadece gelir eşitsizliğine karşı bir politika olarak değil, yukarıda bahsettiğim bakış açısıyla da. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, temel gelir ekinin neoliberalizm tarafından da benimsenebileceği, yani bu ekin kamu hizmetlerinin yerini alacak bir tür satın alma gücü olarak da tasarlanabileceğidir. İnsanlara para verelim, karşılığında onlara hizmet vermemize gerek yok. Dolayısıyla soru, temel gelir ayağının yanında başka hangi tür politikaların uygulanacağıdır.

Olağan gelir eşitsizliğini düzeltmenin yanı sıra bu kadar eşitsiz bir gelir dağılımına yol açan sistemleri de düşünmek gerekiyor.

Ali Alper Alemdar: Halka doğrudan istihdam sağlanmalı, sendika üyeliği kolaylaştırılmalı ve uymayan şirketler ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Ayrıca varlık vergisi ile birlikte fiyat kontrolleri ve sermayenin siyasetteki etkisini azaltacak düzenlemeler getirilmelidir.

Neoliberalizmin öncü babası Friedman’ın dediği gibi enflasyon bir nakit olgusu değildir. Aksine savaşın en keskin ve net arenası orta sınıflardır. Yüksek enflasyon dönemlerinde hangi sınıfların yararlandığı ve hangi sınıfların kaybettiği tarihsel ve kozmik olarak açıktır. Türkiye bu konuda farklı bir örnek değil. Bu nedenle günümüz koşullarında enflasyondan çıkış ancak emekten yana politikalar ile mümkün olabilmektedir.

Kapitalizmin ekoloji ve iklim kriziyle başa çıkmayı amaçlayan, toplumsal refahı doğrudan artıran devletin erkek egemen istihdam yapısını ortadan kaldırmaya dayalı garantili bir çalışma programı bu konuda değerli bir araç olabilir. Bu program çerçevesinde bu alanlarda çalışmak isteyen herkese yerinde iş imkanı sunulabilmektedir. Bu çalışmalar aracılığıyla sağlık sigortası ve emeklilik gibi sosyal güvenlik politikaları oluşturulabilmektedir. Ancak gelir dağılımı ve verimlilik, devletin işçi kooperatiflerine doğrudan destek ve teşvikleri ile sağlanabilir.

Para politikası da bu mali politikalara paralel ve bankacılık departmanını kontrol edecek şekilde tasarlanabilir. Bunun hem dış ticaret hem de elektrik harcama kalemlerinde önemli iyileşmelere katkı sağlayacağını düşünüyorum. Temel sivil gelir fikrini sermayenin truva atı olarak görüyorum. Bahsettiğim sosyal güvenlik ve istihdam politikalarının yarısı uygulansa bile temel vatandaşlık gelirinden çok daha etkili olacaktır.

‘KADINA GÖRÜNMEYEN AYRIMCILIK’

Bir yandan neoliberal sistem, maksimum kâr amacı ile emek dahil tüm kaynakların sınırsız sömürüsünü de sağlıyor. Kadınların eşit işe eşit fiyat talepleri ya da çalışma hayatında cinsiyete dayalı ayrımcılık talepleri hakkında neler söylersiniz? Siyasal dindarlığın ideolojik yaklaşımı sonucunda giderek artan bir şekilde şiddete, ayrımcılığa ve sömürüye maruz kalan kadınların durumu, demokrasi, eşitlik, adalet ve ekonomi bağlamında gelir dağılımı adaletsizliği, yoksullaşma ve toplumsal sorunları nasıl etkiliyor? Bu başlıkta ne önerirsiniz?

Bengi Akbulut: Bu soruya giriş noktam toplumsal üretim olacaktır. Kadınlar çalışma hayatında fiyat eşitsizliği (yani ücretli emek) konusunda karşılaştıkları ayrımcılığa ek olarak, neredeyse her zaman çift vardiya çalıştıkları için görünmez bir ayrımcılıkla da karşılaşıyorlar. Diğer bir deyişle, ücret işleri bittikten sonra evdeki işler başlar: Çocuk bakımı, yemek yapma, evi temizleme ve düzenleme, hane içindeki ve dışındaki insanların duygusal-sosyal ihtiyaçlarını karşılama veya düzenleme vb. Üretime yönelik sosyal sorumluluk , sınıf konumu, bu sorumluluk devretmeyi mümkün kılsa da kadınlar üzerindeki “diğer” kadınlara – örneğin gündelikçilere, bakıcılara vb. – aittir. Üretim emeğinin bedelsiz ya da düşük fiyatla yapılması da sermayenin çıkarınadır. Diğer bir deyişle, dindarlığın ya da genel olarak muhafazakar ideolojilerin kadının ikametgahı olduğu, kadının asıl sorumluluğunun çocuk doğurmak ve bakmak olduğunun savunulması, sermayenin karlılığının devamı için son derece önemlidir. Ne de olsa hanımlar evde kalıp bu üretken işi yaparsa artık kreş, sağlık sigortası gibi masraflara da gerek kalmayacak. Amacım, kadınları barınmaya hapsetmenin tek nedeninin ekonomik olduğunu iddia etmek değil, bu ideolojinin neoliberalizmle nasıl el ele gittiğine dikkat çekmek.

Buradan işaret edilecek iki ana alan var. Birincisi, toplumsal üretim emeğinin çoğunlukla kadınlar tarafından kamusal alan dışında kodlanmış yerlerde (ev, akraba ilişkileri vb.) yürütülmesine ve daha eşitlikçi paylaşıma yönelik müdahaleler. Çocuk bakımı, hasta bakımı ve yaşlı bakımı gibi hizmetlerin ücretsiz ve yeterli düzeyde sunulması buna bir örnektir.

İkincisi, daha genel olarak, toplumsal yeniden üretimin değersizleştirilmesinden ziyade, toplumsal yeniden üretimi görünür kılmaya, toplumsal ve üretim emekçilerine söz hakkı sağlamaya ve desteklemeye yönelik müdahalelerdir. Çünkü sonuçta bu emek, hepimizi hayatta tutan ve hayatı yeniden üreten emektir ve daha maliyetli değildir – hatta emek fiyatından daha pahalıdır. Dolayısıyla sorun, kadınların işgücü piyasalarına entegrasyonunu sağlamaktan çok, toplumsal olarak ne tür emeğe değer verdiğimiz ve hangi tür emeği desteklediğimizde bir değişiklik yaratmaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu